14 Nisan 2008 Pazartesi

DEMOKRASİ VE BİLİNÇ

Sözlükte; "aralarında hiçbir ayrılık gözetmeksizin bütün vatandaşların katılacağı hükümet, yönetim biçimi veya azınlığın çoğunluğun kararlarına uyduğu yönetim biçimi" olarak ifade edilen demokrasi, gerçekten ne olmalıdır ki, “topluluksal yaşam”dan çok “toplumsal yaşam”ı yaşatabilsin.

Yunanca demokratia yani demos, halk zümresi, ahali, yani kratia iktidar sözcüğünden türemiştir. Demos halk demektir. Halk ne demektir; toplum. Toplum ne demektir: bireyler.
Birey ne demektir; Bilinçli insan. Bilinç ne demektir: us. Sonuç olarak Demokrasinin kaynağı us’tur. Us ise her süre ortak bir doğruda buluşur. Nedir bu ortak doğru?

Bugün görülüyor ki demokrasiyi –topluluksal– yaşamda (bireyci çıkarcılardan yana olanların oluşturduğu kümelerde) yaşatmak olanaklı değildir. Bunun birçok nedeninin yanında buna, demokrasi kavramının tanımlanmasından doğan sorunları da eklememiz gerekir. Ne yapmalıyız da demokrasiyi uygun bir kavram içerisinde değerlendirmeliyiz? Yani su yüzüne çıkarmamız gereken demokrasiyi ellerimizle kavrayabilir duruma nasıl getirmemiz gerekecek?

En başta şu sıralamayı iyi kavramamız gerekiyor: Bilinç (us), düşünce, birey, toplum. Bu dört öğe demokrasinin aşamalarıdır ve bu aşamalar bizi demokrasiye götürecektir.

Demos haktır demiştik. Peki, “halk” olmanın nitelikleri yok mudur? Neye göre halk? Örneğin bundan yüz bin yıl önce demokrasiden veya halktan söz etmemiz olanaklı mıdır? Peki bugün? Pek yarın? Karşımıza bir de süreç kavramı çıkıyor! Halk ve süreç! Biz bu kavramları biraz daha bilimselleştirirsek şöyle diyebiliriz: Halk, toplum demektir; süreç ise evrim.

Şimdi irdeleyelim bu iki kavramı. Toplum nedir? Evrim nedir?

Toplumun oluşması için o tolumun –özellikle yaşadığımız çağda– belirli toprak/ülke sınırları içerisinde olması gerekir. Toprak/ülke sınırları, emperyalist ülkelerin sömürüsünden korunmak için ilk koşuldur. Koşulları çoğaltabiliriz…

Emperyalist topluluklara karşı direnen bir ülkede, eşit/paylaşımcı bir toplum var ise, orada demokrasi yaşatılabilir. Peki, nasıl eşit/paylaşımcı bir toplum oluşturulur.

Dört öğeden söz etmiştik: Bilinç, düşünce, birey, toplum.

İnsanoğlu doğar doğmaz genlerin tutsağıdır. İnsanoğlunun bilinçli veya bilinçsiz oluşunu genler belirler. Genler evrimsel sürece bağlıdır ve bu süreç yaşamın kendisidir. Bilinç veya bilinçsizlik kişinin kendi isteği değildir. Kişi eğitim alabilir ancak bilinç eğitim ile oluşmaz. Çünkü bilinç kişide ya vardır, ya da yoktur. Eğitim yalnızca var olan bilinci su yüzüne çıkarabilir. Bilinçsizlerin eğitilmesi gereksiz olduğu gibi, bilinçsizin eğitim ile bilinçlenmesi de olanaksızdır. Bilinç bedenin bütünüdür; eller, gözler, kulaklar; her şeydir bilinç; bilinçsizlik de öyle… İkisini de belirleyen genlerdir.

Demokrasilerde bilinçli insan öğesi vardır. Bilinçli insan düşünen insandır. Çünkü düşünmenin tek aracı bilinçtir. Bilinçsizler düşünemezler; ancak düş kurabilirler. Düşünmek ve düş aşamalı iki kavramdır. Bilinç yetisi gelişmemiş olanlar düş kurarlar ancak düşünmek eyleminde bulunamazlar. Bilinçli insan ancak düşünme yetisi ile düşünce yaratabilir. Bilinçsizler ise düşler kurarak düşüncesizliği yaratırlar. Düşüncesizliğin öteki adı da yalandır. Bilinçsizler düş kurarak kendilerini kandırırılar. Yalan veya düş ile yaşamak bilinçsizlerin ana özelliğidir. Düş, bireyci çıkar ve yarar peşinde koşanların; düşünce ise toplumsal yarar ve çıkar peşinde koşanların ürünüdür. Bilinçsizlik düşü yaratır, ancak düşünceyi yaratamaz.

Bilinçli insan düşünme eyleminde bulunur ve düşünce üretir. Düşünce üreten kişi bireydir. Düşünce üretemeyen bilinçsizler, düş ve yalan üreterek bireyciliği seçerler. Bireycilerin tek amacı vardır, o da kendi bireyci çıkarlarıdır. Bireyci çıkarlar peşinde koşanlar,
hiçbir süre toplumu oluşturamazlar. Çünkü düşünemeyenler veya öteki adıyla bireyci çıkar peşinde koşanların kafalarında toplum diye olgu yoktur. Çünkü düşünmeyenlerde bilinç oluşmadığı için ne düşünce üretebilir, ne toplum olgusunu algılayabilir, ne de kendilerini görebilirler. Bu yüzden algıladıkları yalnızca bedensel isteklerdir, yani hazlardır. Bireyci hazları yaşatarak kendilerini de yaşamış sayarlar. Oysa bireyci hazlar mutluluk getirmez; bunun için, bilinç yetisine iye olmayanlar, sürekli eğlence isteklerini dışa vururlar. Eğlence ile mutsuzluklarını örteceklerini sanırlar; oysa bilmedikleri şey, mutluluğun yalnızca topluma özgü bir olgu olduğudur.

Ancak bireyler toplumu oluşturabilir! Bilinç düşünceyi, düşünce bireyi, birey de toplumu yarattığı an demokrasi de yaratılabilir. Bu demokrasinin temelini de bilim oluşturur. Çünkü bilimi ortak us yaratır.

Demokraside çoğunluk veya azınlık olmaz. Demokrasi, -düşüncenin (ortak usun) yarattığı- bilim ile var olan bir olgudur. Demokrasi bir bütündür. Bilim, us ve düşünce dışı olan her olgu aynı sürede demokrasi dışıdır da. Azınlığın veya çoğunluğun olması demokrasiyi yok eder. Çünkü böyle bir durumda ortak us ortadan kalkar. Bu; deneyin, gözlemin yani bilimin ortadan kalkması ve bunun yerine bireyci yarar ve çıkar peşinde koşanların düşlerinin yer alması demektir. Ki, bu da toplumun yok olması; anarşinin, kargaşanın başlaması demektir. Bilimin yani ortak usun yani düşüncenin olmadığı bir yerde demokrasi de olmaz.

Aynı sürede bilinçsizlerin, bireyci yarar ve çıkar peşinde koşanların, düş kuranların ortak
görüşte
buluşmaları demokraside buluşmaları demek değildir. Burada ana ölçüt süredir. Yani çıkarcıların ortak görüş altında buluşmaları belirli süreler içerisinde gerçekleşir. Çıkarcıların uzun süre ortak us’ta veya görüşte buluşmaları olanaksızdır. Bilinçli insanlar sonsuza dek ortak us’ta birleşirler.

Toplum her süre demokratiktir. Topluluklar ise demokratik bir toplumdan uzak yaşarlar. Bunun öteki adı da teokrasidir. Demokrasi –değişen– doğrunun tekliğine inanmaktır.

Çoğunluk ve demokrasi arasında hiçbir ilişki yoktur. Emre Kongar “Demokrasi ve Kültür” adlı yapıtında şöyle der:

“Demokrasi, genellikle eksik ve eksik olduğu için de yanlış “çoğunluk yönetimi” olarak tanımlanır. Çoğunluk yönetiminin anlayışının demokrasi ile uzak yakın bir ilgisi yoktur. Demokrasi, mevcut yönetimle, ilke çözümleri hakkında aynı düşüncede olmayanların bu düşüncelerini açıklama ve yayma haklarının bulunduğu bir çoğunluk yönetimidir. Demokrasi
her şeyden önce, çoğunluğun baskısı değildir.”

Demokrasi deyince –şuan için– iki kavram karşımıza çıkıyor: Çoğunluk ve görüş özgürlüğü. Demokrasinin dili olsa şöyle derdi: “Şimdilik bunlarla idare edin”. Evet, demokrasiyi, yani toplumu oluşturuncaya dek bunlarla idare etmek zorundayız. Çünkü evrim/doğa henüz toplumu oluşturacak bireyleri, yani bilinci yaratmamıştır. O yüzden, biz de demokrasiyi kendi topluluğumuza uygun kılıflara sokmak zorundayız. Emperyalistlere göre: “Biraz orasından kesip biraz burasından kesip demokrasiyi zenginlerin yaşam alanı olarak sunup, oksullaşmayla idare etmek ve emperyalizme kucak açmalıyız.” Bilinçsizliğin ürünüdür kuşkusuz bu görüş ve düşünce değil, düşüncesizliktir!

Demokrasilerde tek doğru üzerinde uzlaşılır. Toplum için ne uygunsa doğru da odur. Toplulukların doğruları yoktur; ancak toplumun doğruları olabilir. Topluluklar bireycilerden oluştuğu ve bireycilerin de doğrusu kendi çıkarları olduğu için tek doğruda değil bireycilerin kendi doğrularından (toplum için yanlışlarından) söz etmemiz gerekir.

Tek doğru süreye bağlı olarak değişse de, önemli olan bu değişen doğruda buluşmaktır. Ana ölçüt toplumun yarar ve çıkarıdır. Örneğin yüz kişi bir odanın sıcaklığını bir termometre ile ölçmeye çalışıyorsa ve herkes aynı anda var olan sıcaklık derecesini doğru söylüyorsa orada değişen doğru bulunmuş demektir. Termometre sıcaklığa ve süreye bağlı olarak değişebilir; ancak önemli olan herkesin bu değişen doğru üzerinde uzlaşmasıdır.

Değişen doğruları bulmak bilinç gerektirir. Nasıl düşünce üretmenin aracı bilinç yani us ise değişen doğrularda buluşmanın da aracı bilinçtir. Bilinçsizlerin bireyci çıkarları ortak olabilir ancak bu ortak us demek değildir; buna çıkarcıların ortak görüşü diyebiliriz ancak. Ortak us, bilinçli insanın üzerinde karara vardığı doğrudur. Demokrasi bir anlamda bilinçli bireylerin ortak us ile değişen doğrularda uzlaşmasıdır.

Uzlaşma her süre tam olarak saptanamayabilir. Ancak tolerans payı olan bir uzlaşma da toplumsal sorunları her süre çözecektir. Burada önemli olan doğru olmak, dürüst olmak, bilimsel olmak ve toplumsal düşünmektir ki, bunlar da bilinçli bireylerin özelliklerindendir.

Demokrasi ve Toplum

Demokrasiyi anlamak ve anlatmak açısından toplu taşım araçları üzerinde durmak gerekir. oplu taşım araçları bilindiği gibi tüketim ve kirlenme açısından büyük kayıp ve aksaklıklar yaratmaktadır. K. Mert ÇUBUKÇU toplu taşım araçları ile ilgili şöyle diyor:



“Toplu taşım araçları ile yapılan yolculuk sayısı kent içi yapılan toplam yolculuk sayısında önemli bir yet tutar. Bu oran ülkeden ülkeye toplu tasıma politikalarına göre farklılaşmaktadır. Toplu taşımacılık, ulaşım literatürünün belki de en çok araştırılan ve tartışılan konularından biri olmuştur. Araba ile bireysel yolculuk yöntemine karşı savunulan toplu taşım, hava kirliliği, düşük yoğunluklu kentsel büyüme, trafik sıkışıklığı, gençlerin ve yaslıların hareketliliğindeki sorunlar gibi bilinen kentsel problemlere çözüm olarak görülmüştür.” [1]

Bir kentin ulaşımında toplu taşım araçları ne denli ileri ise insanların bilinç düzeyi de o denli ileridir. Bilinç ancak böyle bir düşünceyi taşıyabilir. Düş kuran bireycilerin oluşturduğu bir kentte toplu taşım araçları bir işkenceye döner. Çünkü o denli bireysel araç kullanılmaktadır ki, toplu taşım araçlarına yer kalmamaktadır.

Toplu taşım araçları denilince en başta raylı sistemler usumuza gelir. Yrd. Doç. Dr. Mahir Gökdağ demir yolları ile ilgili bize şu bilgileri aktarmaktadır:

“Demiryolları gerek yük ve gerekse yolcu taşımacılığında diğer sistemlere kıyasla daha az enerji tüketmektedir. Bu manada Almanya'da yapılan bir çalışma da yolcu taşımacılığında demiryolunda tüketilen eneri 1 kabul edilirse, otoyolda tüketilen enerji 3 olmaktadır. Buna eşdeğer taşıma yapan hava yolunda 5.2 olmaktadır. Japonya'da yapılan bir çalışmaya göre de yolcu trafiği için yüksek etkinliği olan ulaşım biçimleri; demiryolları ve otobüsler; yük
taşımacılığı
içinse demiryolları ile denizyolu olmaktadır. Yolcu taşımacılığında demiryollarına göre otobüsler 1.4 kat, otomobiller 6.8 kat ve uçaklar 5.4 kat daha fazla enerji tüketmektedirler. Yük taşımacılığında ise demiryolları ve gemiler yaklaşık aynı miktarda enerji tüketirken, kamyonlar 7.5 kat daha fazla enerji tüketmektedir.”


Mahir Gökdağ raylı sistemlerin yararlarını sırasıyla bize aktarır:

Raylı sistemler, yukarıdaki durumlara göre tıkanıklığı önlemede önemli bir yoldur. Birçok büyük şehirlerdeki uygulamalar, demiryolu bazlı toplu taşıma sistemlerinin yüksek trafik hacimleri ile baş edebilmenin tek yolu olduğunu ortaya koymuştur. Raylı taşıma sistemi şehir içi ve şehirlerarası hızlı kitle taşıma sistemlerinin en ekonomik şeklidir. Hafif raylı sistem araçları ile taşınan yolcu sayısı fazla olduğu için şehir içinde lastik tekerlekli araçlara olan talebin düşmesine sebebiyet vererek trafik sıkışıklığını da önemli ölçüde azaltacaktır. Yine modern, hızlı, konforlu ve güvenli olmasından dolayı tercih edilerek şehir içi trafik probleminin çözümü yönünde olumlu katkıda bulunacaktır.

Trafiğin artması yollarımızı sürekli çoğalan bir gürültü kaynağı haline getirmektedir.
Gürültü insan sağlığı ile doğrudan ilgili olup, insanlar üzerinde olumsuz etkileri oldukça fazladır. İnsanların sağlıkları üzerinde büyük bozukluklara yol açmaktadır. Gürültünün sürekli, yüksek seviyede olması ve uzun süre maruz kalınması halinde sağırlık, dinleme ve anlama zorluğu, dikkatin dağılması, sinirlilik, baş dönmesi gibi etkileri doğurmaktadır. Trafik karayolunda gün boyu devam eder, demiryollarında ise tren seyirleri arasında daha uzun bir
aralık ve sessizlik vardır. Demiryollarında sakinlik süreleri daha fazladır.


Hava kirliliği, havadaki yabancı maddelerin insan sağlığına, canlı hayatına ve ekolojik dengeye zararlı olabilecek hale gelmesidir. Hava kirliğinin nedenleri ve boyutları incelendiğinde ulaştırmanın en önemli kaynaklar arasında olduğu görülmektedir. Araçların hareketlerini sağlamak için kullandıkları yakıtlardan çıkan gazlar havayı kirletmektedirler. Bu kirliliği egzoz gazı oluşturmaktadır. Motorlu taşıtların çıkardığı egzoz gazı ortama kurşun ve diğer zehirli maddeler bırakır. Kurşun ise insan sağlığı üzerinde zararlı etkilere yol açmakta ve akciğer kanser riskini hızlandırmaktadır.

Demiryolu ulaşımının raya bağlı olması ve genellikle iklim şartlarından karayoluna göre daha az etkilenmesi güvenliğini, konforunu ve rahatlığını artırmaktadır. Ulaştırmanın güvenli olması onun tehlikesiz ve risksiz olması demektir. Uluslar arası Demiryolları birliği istatistiklerine göre 1 milyar yolcu-km. başına kazalarda ölen yolcu sayısı demiryolları ve hava yollarında 1 kişi, karayollarında ise 30 kişidir. Ulaştırma sistemlerinde ölüm riski 1 milyar yolcu-km. başına demiryollarında 17 iken karayollarında 140, yaralanma riski demiryollarında 41 iken karayollarında 8 500 -10 OOO'dir.

Ülkemizde toplam kaza sayısı 1996 yılı itibariyle karayollarında 346 228, demiryollarında 1 335, kazalarda ölüm sayısı karayollarında 5 347 iken demiryollarında 198'dir. Yine karayollarında 62 000'e yakın yaralanma olayına karşı demiryollarında bu oran 537 dir. Emniyet genel müdürlüğünce yapılan istatistik bilgilere göre toplam kazaların % 67.2'si cadde, sokak ve kavşaklarda % 15 ise Devlet ve il yollarında meydana gelmektedir. Trafik kazası sonucu ölenlerin %25 şehir içi yollarda, %59'u ise Devlet yollarında olmaktadır. Yine 1996 yılında meydana gelen trafik kazalarının %82.7'sinin şehir içi yollarda, %17.3'nün ise şehir dışı yollarda meydana geldiği belirtilmektedir. Maddi hasarlı kazalarında %87.3'ü şehir içi yollarda %12.7'si şehir dışı yollarda meydana gelmektedir. Ulaştırma sistemleri içinde en fazla kaza oranı karayoluna düşmekte, en az kazadan en çoğa doğru sıralama yapıldığında; Tren, Metro, Otobüs, Otomobil şeklinde bir sıralama ortaya çıkmaktadır. Taşınan yıllık yolcu miktarı ile kazalarda meydana gelen ölüm olayları yönünden bir karşılaştırma yapıldığında genel rakamlar açısından demiryolları, karayollarına göre havayolları ise en güvenli taşıma sektörü olarak görülmektedir. Karşılaştırma sonuçlarına göre demiryolu yolcu taşıma yönünden karayoluna göre 2.26 kat daha güvenlidir. Demiryollarında karayollarından yaklaşık 16 kez daha güvenli yolcu taşınabilir.

Ülkelerde ulaşıma, yerleşim bölgeleri, endüstri alanları, doğal alanlar ve ormanların yanında oldukça düşük oranda alan ayrılmaktadır. Alan kullanımından doğan çevre maliyetinin belirlenmesinde sistemlerin gerektirdiği alan, bu alanların değeri ve başka amaçlarla örneğin tarım alanı olarak kullanılması durumunda sağlayacağı yarar dikkate alınmalıdır. Aynı kapasitede taşımacılık için demiryolları, karayoluna göre daha az arazi gerektirmektedir. Platform genişliği 13.7 m. olan çift hatlı, elektrikli bir demiryolu hattı kapasite açısından 37.5 m. genişliğinde 6 şeritli bir otoyola eşdeğer durumdadır. Bu duruma göre karayolları, demiryollarına göre 2.7 kat daha fazla arazi kullanımı gerektirmektedir. Maliyet açısından platform genişliği 13.7 m. olan çift hatlı ve sinyalizasyonlu bir demiryolunun ortalama maliyeti 2 milyon 850 bin dolar/km, iken kapasite ve standartları açısından aynı baza getirilen 6 şeritli otoyolun maliyet ortalaması 8 milyon dolar/km, olmaktadır. TCK'dan alınan bilgiler göre 1 km. otoyol maliyeti düz arazide 6 milyon dolar, engebeli arazide 12 milyon dolar, ortalama olarak 8 milyon dolardır. Yapım maliyeti açısından da demiryolunun daha avantajlı olduğu görülmektedir. [2]

Görüldüğü gibi toplu taşım araçları, özellikle de raylı sistemler hem toplumsal yaşamın sağlıklı sürmesi hem de doğanın doğal sürecini olumlu yönlerde etkilemektedir. Sorunu, kurgusal anlamda çözmek kolaydır. Ancak uygulama karşımıza bir duvar çıkmaktadır. Bu duvar bireycilerin düşleridir. Bireyci düşler toplumun oluşmasındaki en büyük engeldir.

Toplu taşım araçlarını sağlıklı kullanmak için en başta herkesin ortak bir görüş üzerinde buluşması gerekir. Bu görüş; “toplumu en sağlıklı biçimde nasıl yolculuk yapmasını sağlarız” görüşüdür. En başta bireyci düşler ortadan kalkmalıdır; yani herkes, yalnızca toplu taşım araçlarıyla yolculuk edilmesini onaylamalıdır. Çünkü toplum ve doğa için en uygun görüş bu görüştür. Herkes sağlıklı bir biçimde toplu taşım araçlarını kullanmalıdır. Böylelikle ne doğanın, ne kentlerin kirlenmesi, ne ölçüsüz tüketim, ne de var olan emek boşa gidecektir. Bütün bunların tasarımını gerçekleştirecek güç bilinçtir. İşte demokrasinin anlamı burada yatmaktadır: Doğruda buluşmak! Doğruda buluşmayanlar terörde, kargaşada, şiddette buluşurlar.

Başka bir alanda örnek vermek gerekirse bu alan sağlık alanıdır. İnsanların sağlıklı gelişimi toplumsal yaşamın mutluluğu açısından önemlidir. Ancak yine bireyci düşler, kişilerin, kendi sağlıklarını dolaylı olsa da bozmakta ve toplumsal bir yara açmaktadır. Nasıl mı?

Sağlık, insan yaşamında en önemli olgudur. Sağlıklı insanlar ancak düşünebilir, üretebilir ve toplumsal yaşamın gerçekleşmesine katkıda bulunabilir. Sakat ve sağlıksız bireylerin toplumsal yaşama katacak pek de bir şeyi yoktur. Oysa en başından işi çözmek kolaydır. Kolaylık yine kurguda kalmaktadır; çünkü bireyci düşler buna engel olmaktadır. Kişiler bireyci düşleri doğrultusunda nesnelere konmak için her türlü olumsuzluklara katlanarak yaşarken, toplumsal yaşamı olumsuzluklara sürüklemektedir. Örneğin “varsıl olma düşü” kuran birinin usunda evler, arabalar, kadınlar/erkekler, yazlıklar, yiyecekler-içecekler, vb. geçmektedir. Bunlara konmak için her türlü olumsuzluğa boyun eğmekte ve kendi düşleri için başkalarına köle olmaktadırlar. Bir fabrika işçisini düşünürsek; yıllarca zor koşullar altında çalışması gerekecek; yetmeyecek ağır mesai altında gecelere dek çalışmak zorunda kalacak; yetmeyecek fabrikanın bozuk yemeklerinden yıllarca yemek zorunda kalacak; yetmeyecek havasız ve pis ortamı solumak zorunda kalacak; yetmeyecek yazın sıcaktan, kışın soğuktan dönecek; yetmeyecek yeri geldiğinde maaşını alamayacak, sigortasız çalışacak. Bu zor koşullar altında çalışması kişinin sağlığını kısa sürede bozacak ve emekli olmadan dahi ölümün eşiğine gelecek. Oysa sonunda ne varsıl olmuş, ne de düşlerine kavuşmuştur kişi. Hem sağlık bozulmuş, hem yaşamını karanlıklar içerisinde geçirmiş, hem de başkalarını, sömürülmek koşuluyla varsıl yapmıştır. Oysa toplumsal çıkarların peşinde koşan kümler ne sağlıklarını yitirecekler, ne ağır şartlarda çalışmak, ne sömürülmek zorunda kalacak ne de yaşamlarını karanlıklar içerisinde geçireceklerdir.

Şimdi denilecektir ki, kapitalist bir sistemde bunlar doğal şeyler. Evet, doğal şeyler; ancak kapitalist sitemi yaşatan bizzat bu düşleri kuran ve aynı sürede sömürülen bu yığınlardır. Bireyci düş kurmayanların; düşünceden, bireyden, toplumdan yana duranları kimse sömüremez ki; gerek de yoktur. Birey; nesnel gereksinimi en az indirmiş, düşünsel isteğini doruğa çıkarmış kişidir. Düşler kurup da bu düşler uğruna sömürülmeyi göze alamaz düşünebilen birey. Gerekirse evlenmez, arkadaş/dost edinmez, yalnız kalır ama yine de sömüremez onu kimse… Herkes “toplumsal yaşam” özlemi çekebilse sorun çözülecektir. Toplumsal doğruda buluşmak toplumu ve bireyleri mutluluğa götürecektir. Bu ise evrimsel sürece bağlı bir olaydır.

Toplumsal yaşamı yaşatan başka bir öğe ise tarım sektörüdür. Tarım sektörü toplumun temel taşlarını oluşturur. Ancak bireyci düşler yine karşımıza bir duvar gibi çıkmakta ve tarımda gerçekleşen üretimi olumsuzluklara sürüklemektedir.

2. Tarım Şurası’nda şöyle denilmektedir:

“Türkiye’nin bir arazi kullanım planlaması çerçevesinde sektörel önceliklerini belirlemesi ve bu
kapsam içerisinde tarımsal arazilerin kullanımının planlanması, toprak ve su kaynaklarının korunarak geliştirilmesi, üretim planlaması yapılması, etkin bir üretici örgütü yapısının kurulması, sağlıklı pazarlama kanallarının oluşturulması, tarım sanayi bütünleşmesinin sağlanması, çiftçi ve teknik elaman eğitimi, sağlıklı tarımsal veri tabanının oluşturulması; sektörün önündeki öncelikli çalışma alanlarıdır.”

Türkiye’nin sosyo-ekonomik özellikleri açısından son derecede önemli bir sektör olan tarım sektörünün, planlı bir kalkınma ilkesi doğrultusunda geliştirilmesi gerekmektedir. Bu, aynı zamanda, “eşanlı gelişme” ilkesi doğrultusunda, ülkenin bütüncül kalkınması açısından da bir zorunluluk taşımaktadır.” [3]

Bir ülkenin bütüncül kalkınmasını kimler ister? Kimler bireyci istek ve düşlerden sıyrılıp bütüncül isteklere geçecektir?

Milyonlarca insan aç ve çıplak yaşamaktadır. Bütün bunların sorumlusu bireyci düş ve isteklerini
sonsuza dek kullanmak isteyen bireycilerdir.

Ülkemiz bir tarım ülkesidir. Ancak plansız ve bireyci üretim ülkemizi bir kargaşaya sürüklemektedir. Bir yıl pahallı olan bir ürün öteki yıl üreticiler tarafından cazip görülmekte ve kar uğruna bilinçsiz ve plansız bir üretime geçilmektedir; bunun sonucu olarak binlerce ton ürün çöpe atılmaktadır. Planlı üretim değil ama planlı bir kıyım yapılmaktadır. Bu kıyımın ana nedeni yine bireyci düş ve isteklerdir. Üreticiye bağlanmış plansız bir üretim/kıyım kar uğruna insanları açlıklara sürükleyebilmektedir.

Üreticiler, mülkiyet iyeleri bağlı bulundukları toprakları devletin denetimi altına vermeli ve üretim devlet eliyle planlı bir biçimde gerçekleştirilmelidir. Böylelikle çöpe giden binlerce ton ürün milyonlarca aç-çıplak insanı karnını doyuracaktır. Oysa bireyci istek ve düşler bu kurgusal düşünceyi gerçekleştirmeyi engellemektedir.

Son olarak başka bir yaraya basmamız gerekecek: Deprem sorunu!

Deprem dediğimizde yalnızca yıkılan evler usumuza gelmemektedir kuşkusuz. Derin toplumsal yaralar açan deprem felaketlerinin ve acılarının ana nedeni bilinçsizliktir. Bireycilerin düşleri yine her şeyde olduğu gibi toplumsal yaşamın önünde en büyük engeldir. Şöyle denir:

“Türkiye’yi özellikle 1950’lerden sonra tutsak alan "sanayide ve kentleşmede plansız yer seçimi süreci ve buna bağlı olarak 1980'lerden sonra doruğa çıkan arsa ve arazi rantına endeksli imar ve yapılaşma kararlan bu büyük can kaybı ve yıkımın temel! nedeni olarak saptanmıştır.”[4]

Bireyci çıkarcıların yaşamları toplumu yok etme üzerine kuruludur. Çıkarlar her süre bireyciyi yaşatmak için vardır. Bireycinin amacı toplumun mutluluğu olmadığı gibi toplumun yok olması pahasına dahi çıkarlarını gözetmektedirler. Bireycilerin kafasında toplum denen olgu yoktur. Kendisinin toplumun bir parçası olduğunun ayrımında olmayan bireyciler, algılayamadıkları topluma da güdüsel olarak düşmandırlar. Düşman oldukları şey herkesin ortak mutluluk içinde yaşamasıdır.

Bir iş yapıldığında bireyciler kendi ceplerini dolduracak olan paraya bakarlar. Bireycilere bırakılan her toplumsal görev her süre olumsuzluklarla sonuçlanacaktır. Tıpkı depremlerde olduğu gibi, tıpkı ulaşımda olduğu gibi, tıpkı tarımda olduğu gibi…

İşte demokrasiyi ellerimizle kavranacak biçime sokmamız için bireycilerin birey, toplulukların toplum beyinlerin ise bilinçli olması gerekmektedir. Bugünkü evrimsel sürece baktığımızda bunun olanaklı olmadığı görülecektir. Ne zaman bireyciler birey olup kafalarında toplum denen olgu oluşursa o süre demokrasi yeşerecek ve topluluksal yaşamdan toplumsal yaşama geçilecektir.

Kaynaklar:

[1] http://kisi.deu.edu.tr/mert.cubukcu/pdf/Cubukcu_2006.pdf

[2] http://arsiv.mmo.org.tr/pdf/11189.pdf (Kentsel Ulaşımda Karayolu Ve Raylı Taşıma Sistemlerinin Bazı Önemli Faktörlere Göre Karşılaştırılması, Yrd.Doç.Dr. Mahir Gökdağ)

[3] http://tarimsurasi.tarim.gov.tr/2.komisyon.pdf (II. Tarım Şurası)


[4]http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/4334c131c781e2a_ek.pdf?dergi=HABER%20B%C3%9CLTEN%C4%B0

12 Nisan 2008 Cumartesi

NEDEN PARA PEŞİNDE KOŞARSINIZ?

Biri konuşuyor!
Öteki diyor ki: “Söylediğin peş para etmez.”
Para edecek söz gerekli; yalnızca para edecek söz değil!
Para edecek eylemlerde bulunulmalı.
Örneğin kitap okunmalı: Para edecek türden.
Örneğin okula gidilecek: Para getirecek türden.

Neden para peşinde koşuyoruz da,
Neden üretim, paylaşım, eşitlik peşinde koşmuyoruz.
Çünkü bunlardan ürküyoruz, ürperiyoruz, tedirginiz.
Peki neden?

Yaşamı algılayamıyoruz.
Algıladığımız kısım, baktıklarımız kadar.
Neye bakıyoruz: Nesnelere!

Para istiyoruz çünkü nesneleşiyoruz.
Baktıklarımız-laşıyoruz.
Baktıklarımız ne ise, biz de o olmak istiyoruz.
Baktıklarımız düşlediklerimiz kadar.
Düşlediklerimiz aciz ve çaresizliğimiz kadar.
Aciz ve çaresizliğimiz bilinçsizliğimiz kadar.

Ne denli din; o denli nesneleşmek.
Ne denli din; o denli sahiplenmek.
Ne denli din; o denli rekabet, yarış.

Para istiyoruz: Bilinçsizliğimiz nesneleşsin diye.
Para istiyoruz: Düşlerimiz nesneleşsin diye.
Para istiyoruz: Baktıklarımız nesneleşsin diye.

Nesneleşenlerimizi ancak biçimlendirebiliriz.
Biçimlendirdiklerimiz bize haz verir.
Hazlar acizliğimizi, çaresizliğimiz örter.

Para nesneyi; nesne biçimlendirmeyi; biçimlendirme hazzı getirir.
Biçimlendirme sömürmek demektir.
Biçimlendirmek parçalamak demektir.
Biçimlendirmek yok etmek demektir.
Biçimlendirmek öldürmek demektir.

Sömürmekten, parçalamaktan, yok etmekten, öldürmekten haz alırız.
Para nesneyi getirecek ki hazlarımızı yaşayalım.
Kimse para istemezdi, para sevgiyi getirseydi.
Sevgi biçimlendirilemez.
Biçimlendirilemeyen: sömürülemez, parçalanamaz yok edilemez, öldürülemez.

Para ve haz birlikte yaşarlar.
Rekabet için, yarış için…
Neden rekabet ve yarış?
Bir aslan bir geyik misali…
Birbirini yiyenler doğada vardır.
İnsanoğlu doğasında olmamalıdır bu.
Peki, hangi hayvanlar rekabete girer, yarışa girer?

Yarış ve rekabet birbirlerini sevmeyenlerin arasında vardır.
Sevgi var ise, orada rekabet, yarış yoktur.
Sevgiyi kimse rekabete sokamaz, yarıştıramaz.
Çünkü sonunda nesneleşmez sevgi.
Her rekabet ve yarışın sonunda nesneye konmak vardır.
Nesneye konmak için birilerinin ezilmesi, birilerinin ise üste çıkması gerekir.

Kişi tanrılaşmak ister para ile.
Tanrı kişinin vardığı en üst seviyedir.
En üst seviye; herkesi sömürmek ve acıya boğmaktır.
Kişi düşünde tanrı yaratarak kendini tanrılaştırır.
Ancak tanrı kavramı acımasızlığı bu denli masum hale getirebilir.
Çünkü herkes tanrı olmak istiyor.
Herkes olmak istediğine boyun eğiyor, ses çıkarmıyor.
Ses çıkarmayacak ki,
Bir gün kendisi sömürürse, başkası da ses çıkarmasın.

Düşünde tanrıyı yaratanlar, kendi düşünü yaratır.
Düş düşü yarattığı an insanoğlu azgınlaşır.
Yok eder, öldürür, parçalar, sömürür.
Çünkü sinirleri doğayı, evreni algılayacak denli işlememektedir.
Algılayamamanın acısını hazlarıyla hafifletmeye çalışılar.

Para düşü, tanrı düşü, sonsuz yaşam düşü kurarılar.
Düş kurdukça sömürür, parçalanır, yok olurlar.
Kendilerini kaybederler.
Nesneleşirler.
Nesneleştikçe birbirlerini yerler!
Geyik aslan misali…

Para peşinde koşmalıyız; aslana yem olmamak için,
Parayı elimize geçirince aslan olur; geyiği kendimize yem ederiz.
Kendi kendimizi yeriz.

Para peşinde koşmalıyız; yarışta geri kalmamak için.
Parayı ele geçirince öteki yaşam düşünü güçlendirmeye çalışırız.

Para peşinde koşmalıyız.
Sevgisiz beynimizi nesneleştirmek için.

Bilinç ve sevgi para istemez.
Üretmek, paylaşmak, eşitlik ister bilinç: toplum için.

Para kalkacak toplum oluşunca.
Herkesin isteği, mutu olması olacaktır başkaların.
Kimse kendini tanrılaştırmayacak, nesneleştirmeyecek.

Evrim, bilinci doğurunca…
Göklerden mutluluk yağacak.
Sular geçecek meyve bahçelerimizde,
Sevgi çoğalacak,
Güneş ışığını söndürünceye dek!

10 Nisan 2008 Perşembe

EVLİLİK SEVGİ VE BİLİNÇ

Namus Cinayeti: Bu Kez Tersi Oldu

Geçen günlerde bir olay yaşandı. Haber şöyle:
Prof. Dr. Olcay Aydıntuğ Tiryaki, hukuk öğrencisi kızı tarafından boğazı kesilerek öldürüldü.
Kızı, "Hakarete uğradım, öldürdüm" dedi.
Savcıya ifade veren Aydıntuğ, annesinin sürekli olarak kendisini aşağıladığını, “yine kimin koynundaydın” şeklinde hakaretlerde bulunduğunu, olay anında da bu tür hakaretleri tekrarlayınca kendini kaybettiğini söyledi.
Bu konu üzerinde çok düşünmek gerek…
Yıllardır doğu bölgemizde ve de gerici çevrelerde sık yinelenen bir olay, bu kez tersinden karşımızı çıktı.
Kızı annesini öldürdü. Niçin: Namus için mi?
Bir düşünelim:
Prof. Dr. Olcay Aydıntuğ’un kızı değil de, oğlu olmuş olsaydı, kızına söylediklerini oğluna da söyler miydi?
Bu sorunun yanıtını uzun uzun düşününce şöyle diyebiliriz: Hayır söyleyemezdi.
Neden?
İnsanlar evleniyorlar. Niçin: mutlu olmak için.
Nasıl bir mutluluk bu: bireyci mutluluk!
Daha sonra bir çocuk yapmak istiyorlar ve bireyci mutluluklarını daha da arttırmak istiyorlar.
Çocuk doğuyor.
Doğuyor ancak başına geleceklerini bilmiyor.
Anne-baba bir çocuk doğururken aynı sürede bu çocuğu öldüren kişi de oluyorlar. Her anne-baba kendi çocuğunun katilidir. Çünkü her doğum bir ölümle sonuçlanacaktır.
Anne-baba bireyci mutluluklarını, çocuklarını sahiplenerek ve kontrol altına almaya çalışarak kendilerini tanrılaştırıyorlar. Sanıyorlar ki o çocuk onlara aittir. Oysa çocuk, bir bireydir ve kimseye ait değildir. Çocuk olsa olsa toplumundur. Çünkü her eylemi, her yapıp etmesi toplumu etkilemekte ve böylece toplumun bir parçası haline gelmektedir.
“Yine kimin koynundaydın” demiş annesi. Kızını bağrına sevgiyle basmayan, onunla iletişimi sağlıklı olmayan, kızını kötü işlere alet eder gören bir annenin sözü olabilir ancak bu söz.
Aileler çocuk yetiştirmenin, yaşamanın, mutluluğun, sevginin, paylaşmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Bilmediği içindir ki, çocuklarını bir mal, başkasının koynuna düşmüş bir leke olarak görüyorlar.
Aile-çocuk ilişkisi nasıl olmalıdır?
Kendi kendimize en başta şunu sormamız gerekiyor: Niçin evleniyoruz, niçin çocuk yapıyoruz?
Evlenmek, topluluklarda belli bir yaştan sonra gereklilik olarak görülüyor ve geç kalındığı durumda bir dış/sosyal baskıya dönüşüyor. Bilinci gelişmemiş olan topluluklar çoğu süre baskıdan dolayı evlenmek zorunda kalıyorlar. Evlenmemek, kişide baskı oluşturmasa bile dışarıdan korkunç bir baskıya karşı karşıya kalmaktadır.
Günümüzde evlilik, böyle bir baskı ortamında gerçekleşmektedir. Dış/sosyal baskının olmadığı bir ortamda kuşkusuz evlilik sayısının azalacağı gibi, evliliklerin kısa süreceği de açıktır. Evlilik; anarşinin, kargaşanın zorunlu baskısı altında gerçekleşmektedir. Bunun altında yatan başka bir neden ise sermaye sahiplerinin bu baskıda aracılık yapmalarıdır. Her evlilik bir ev, bir araba, bir televizyon, bir buzdolabı, bir çamaşır makinesi vb. vb demektir. Evlenen çiftler sermaye sahipleri için bir pazardır. Evlilik, kişileri baskı ile sermaye sahiplerine harcatırken, kişiler ekonomik yetersizlikleri karşısında aç, yoksul bir yaşama çocuklarla birlikte adım atmaktadır. Ekonomik yetersizlikler içinde ve sosyal baskının olduğu bir ortamda gerçekleşen evlilikler, kişileri zorunlu olarak sömürüye açık hale getirmektedir. Evli çiftler, sosyal baskı nedeniyle sevgisizliğe, iletişimsizliğe ve şiddete bağlı olan evliliklerini sürdürmek için çalışmak zorunda kalmaktadırlar ve bu da kişileri zorunlu olarak sermaye sahiplerinin kölesi yapmaktadır. Evlilik sosyal baskı ile sermaye sahiplerinin sömürüsü arasında sıkışmıştır. Düşük ücretle en zor işlerde çalışmak zorunda kalmalar, zorunlu olarak sömürüyü de yaşatmaktadır. Oysa kişi, bilinç boyutuna ulaşsa dış/sosyal baskıyı tanımayacak ve zorunu olarak da sermaye sahipleri tarafından sömürülmeyecek ve bu sömürünün sürekliliğini de sağlamayacaktır. Oysa sosyal baskıdan dolayı evlenmek zorunda kalan eşler, birbirlerinden ayrılamayacağından ve bu evliliği sürdürmek zorunda kalacaklarından kendilerini sermaye sahiplerinin kucağına atmaktadırlar.
Evliliğin başka bir nedeni şehveti gidermektir. Birbirini sevmeyen, birbiriyle konuşmayan çiftler yalnızca şehvetlerini gidermek için evli kalmaktadırlar. Dış baskı ile de birbirlerinden ayrılamayan bu evlilik sonra çatışmaya, sonra şiddete ve daha sonra yok edilmelere neden olmaktadır. Görücü usulüyle veya evlenmek zorunda kaldıkları için evlenenler dış baskıdan kurtulduklarını sanırken, iç şiddetle karşı karşıya kalmaktadırlar. Çünkü evliliğin bağları sevgiye bağlı olmadığı ve bir süre sonra şehvetin büyüsü kaybolmaya başladığı an evlilik şiddete, şiddet ise ölümlere yol açmaktadır.
Evlenmek zorunda kalanlar bir süre sonra çocuk sahibi olmak isteyecek ve aralarındaki olmayan sevgiyi bir bakıma yaratmaya çalışacaklardır. Oysa bir süre sonra çocuk da eşlerin sevgi bağını oluşturamayacak ve çiftler yine –çocuğu da içine katarak– şiddeti sürdüreceklerdir. Dış baskı olmasa ve ekonomik çöküntü içine girmeyeceğini bilseler hemen ayrılacaklardır. Oysa arada çocuk var iken ayrılmanın da bir anlamı kalmayacaktır. Sevgisiz bir evlilik sevgisiz bir çocuğu çiftler arasında bir bağ yaparken, eşler ve çocuklar hiçbir süre bu olumsuzlukların nedenini de anlamayacaklardır. Çünkü bilinç sahibi olmayanlar her süre ne yaptığını ve niçin yaptığını anlamazlar.
Şiddet bir bakıma sevgiye bağlı olmayan bağları yatıştırma aracı olarak görülmektedir. Şiddet ile çiftler, birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Acıda buluşan çiftler, dış baskıyı şiddetle kapatmak ve ekonomik çöküntüye böylelikle bir neden yaratmaktadırlar. Başka bir neden de yaratmışlardır: Kader.
Bilinçsiz bir topluluğun kaderi budur! Peki, bilinçli bir toplumda aile nasıl olmalıdır?
Herkes sevgiden söz etmektedir. Peki, bunca para, mülk peşinde koşanların insanlığını hatırlayıp birbirlerini sevmesi olanaklı mıdır?
Sokakta el ele tutuşanlara bir bakın. Gerçekten de birbirlerini seviyorlar mı? Şehvete bağlı bir birliktelik ne denli gerçekçi olabilir.
Bugün evli çiftlere bir anket uygulansa % 99’unun birbirini sevmedikleri görülecektir. Çünkü sevgi ile, bilinç ile bir arada değillerdir. Onları bir arada tutan şehvetleri, ekonomik yetersizlikleri ve dış/sosyal baskıdır.
Peki, bilinçli bireylerin evlilikleri neye bağlıdır: kuşkusuz sevgiye…
Sevgi nedir?
Sevgi, yaşam amacı bireyci çıkar olmayanların; evreni, doğayı anlamaya çalışanların yaşama haykırışıdır. Bilinçli insan ancak sevgi duyabilir. Bilinçli insanın amacı toplumun mutluluğudur. Toplumun mutluluğunda buluşanlar ancak birbirlerini sevebilir ve evlenebilirler.
Bilinçli birey, çıkarcılara katlanamaz; şehveti, çıkarları uğruna sevmediği biriyle birlikte yaşayamaz. Bilinçli birey, sosyal/dış baskıya aldırış etmez. Çıkarcılarla bir aradan olmaktansa ölmeyi yeğler.
Bilinçsiz bireyciler evlenseler ve birlikte olsalar bile her süre aralarında şiddeti yok edemeyecekleridir. Şiddetin kaynağı bilinçsizliktir, aşırı isteklerdir, hazlardır.
Birbirlerini sevmeyen çiftler; örneğin erkek, belli bir süre sonra bu evlilikten soğuyacak ve var olan şehvetini dışarıdaki güzel bayanlara çevirecektir. Aynı biçimde kadın da –ortamı uygunsa– bu davranışta bulunacaktır.
Bilinçsizlerin evliliklerini bir arada tutan üç olgu vardır:
1- Sosyal baskı
2- Ekonomik yetersizlik
3- Kader inancı

Bütün bunların kaynağı bilinçsizliktir. Bilinçsizliğin kaynağı insanın doğal evrim sürecidir.
Şiddetin başka bir boyutu daha vardır. Özellikle töre cinayetlerine neden olan bir olgu: Kızlık zarı!
İlhan Arsel, Şeriat ve kadın adlı yapıtında bu konu ile ilgili şunları yazıyor:
“Eskiden olduğu gibi bugün dahi bekâret sorunu, kişileri, aileleri ve toplumu huzursuz kılan ekonomik ve sosyal bakımdan fevkalade olumsuz sonuçlar doğuran bir şeydir. Müslüman inancı odur ki, “kızlık perdesi”, kadının safiyetinin, temizliğinin ve namusluğunun işaretidir ve tanrı bunu bu amaçla önemli görmüştür.
Bundan dolayıdır ki, Müslüman ülkelerde bu sorun, “şeref” ve “hasiyet” kavramlarıyla iç içedir; ailelerin şeref ve haysiyeti kızlarının bekâreti ile kaimdir.
Ailenin her bir ferdi, başta baba ve erkek kardeşler olmak üzere, birer “bekâret jandarması” gibi iş görürler ve eğer bekâret kaybı yüzünden ailenin namusu lekelenmiş ise, bu lekeyi temizlemekle görevlidirler. Bu görev çoğu kez hem kızlarını iğfal edenin ve hem de bikri izale edilmiş olan kızcağızın (hiçbir suçu bulunmasa dahi) öldürülmesiyle yerine getirilmiş olur. Kanunlar, bu tür cinayeti işleyen kişileri genellikle korur niteliktedir. Ailenin namusunu bu şekilde temize çıkarmayan bir erkek, toplum gözünde (şerefsiz) bir insandır.
Öte yandan, bekâret denen şey aynı zamanda kızın birer mal, bir meta olarak değerini tayin eden ve bir bakıma ona “sermaye” ağırlığını sağlayan bir anlam taşır. Bekâretini yitirmiş bir kız, evlenme şansından yoksun ve evde kalmış demektir. Ona hiçbir erkek talip çıkmayacağı için, kendisi bakımından olduğu kadar ailesi bakımından da büyük kayıplar söz konusudur. Çünkü zengin ya da mevki sahibi bir damat bulmak kızın bakire olup olmamasına bağlıdır. İslam ülkelerinin en gelişmişi sayılan Türkiye’de bile, evlenecek kızın hiç erkek eli değmemiş cinsten olması aranır. Bu öylesine önemlidir ki, toplumun üst tabakasını oluşturan aileler, şu ya da bu şekilde bekâretini kaybetmiş olan kızlarının “kızlık zarını” tamir etmek için doktorlara başvururlar, büyük paralar harcarlar. Çünkü aksi takdirde, kızlarını evlendirdikleri adam, kızın bakire olmadığı an boşama yoluna gidecektir.
Evlilik merasiminin tamamlanması bakımından bekâretin varlığını etrafa açıklamak öylesine önemlidir ki, zifaftan sonra erkek tarafı, gelini muayene ederek durumu tespit eder ve sonucunu herkesin bileceği ve göreceği şekilde etrafa yayar. Kızlık perdesinin bozulduğunu kanıtlayan kanlı çamaşırları sergiler. Bazı yerlerde yeni evlilerin yakın akrabalarının, zifaf gecesi nöbet tuttukları ve ertesi sabaha kadar bekledikleri görülür.
Sadece köylerde değil kentlerde bile bu usulün uygulandığına tanık olmak mümkündür. Eğer gelinin iç çamaşırları (ya da yatak çarşafı) bu şekilde sergilenmeyecek olursa, bu tekdirde gelin derhal babasının evine iade edilir; çünkü bakire çıkmadığı anlaşılmıştır. Bundan dolayıdır ki, her ailenin en büyük endişesi ve görevi, kızlarının bekâretinin korunması alanındadır. Bu görev dinsel bir nitelik taşır. Çünkü şeriat zihniyeti , “mal” olarak değerlendirilen kadının, el değmemiş şekilde ve yeni olarak sahibine teslim edilmesini uygun bulmuştur. Bu yüzdendir ki kız çocukları, daha pek küçük yaşlardan itibaren titiz bir kontrole tabi tutulur; oğlan çocuklarına nazaran hareket serbestîleri çok daha sıkı bir şeklide kısıtlanır. Örneğin oyun oynarken yüksek yerden atlamaları, ağaca tırmanmaları, sert bir şey üzerinde oturmaları, oğlan arkadaşla baş başa kalmaları, evden uzaklaşmaları kesin olarak yasaklanır.
Fakat iş bununla da bitmez; kız çocuk biraz büyümeye başlayınca, tepeden tırnağa dek tanınmayacak şekilde örtünmeye, çarşafa sarılmaya zorlanır. Çoğu kez okula yollanmaz; yollansa bile birkaç yıllık eğitimden sonra okuldan alınıp eve tıkılır. Küçük yaşlarda kocaya verilmesinin bir nedeni de budur. Okula giden kızların bekâret kaybına uğrayacakları korkusu o kertededir ki, eğitim görmemiş bir kız, görmüş olandan daha makul ve sayılır ve daha kolaylıkla koca bulur. Çünkü bekâret kavramı Müslüman kafa için sadece fiziki bakımdan, yani sadece kızlık perdesinin yırtılmamış olması açısından değil fakat manevi bakımdan da önem taşır. Yani kızın “psikolojik” yönden de bakire olması (daha doğrusu gözünün açılmamış olması) gerekir. Özellikle seks konusunda hiçbir şeyden haberi bulunmaması, hiçbir şey okumamış ve duymamış olması koşuldur. Müslüman erkek, evleneceği kızın ilk kez sadece kendisiyle yatmış ve seksüel zevki kendisiyle tanımış olmasını dilemekle kalmaz, fakat onun fikren de “temiz ve saf” olarak koynuna girmesini ister. Oysaki okul ve eğitim, kızları bu “temizlikten ve saflıktan” uzak kılar.”
Görüldüğü gibi 21. yüzyılda bile devam eden bu uygulamalar insanlığın daha çok yol sürmesi gerektiğini göstermektedir bize. Bilinçsizliğin ürünü olan bu eylemlerin kaynağına indiğimizde karşımıza daha da korkutucu olgular çıkmaktadır.
Bilinçsizliğin ürünü olan her eylemin altında hazlar yatmaktadır. Haz kişiyi yaşam içerisinde nesneleştirir. Haz ile yaşayanlar hasta olduklarını bilmedikleri gibi kurdukları düşler ile kendilerini kandırmakta ve yaşamlarını nesneler üzerine kurmaktadırlar. Kadının da erkek için bir nesnedir. Aynı biçimde erkek de kadın için bir nesne. Neyin nesneni, haz almanın…
Erkek egemen topluluklarda kadın her süre ezilmeye tutsaktır. Bu yüzden erkeğin kadın üzerine olan etkisi büyüktür. Ancak bu, işin görünen yüzüdür. Aslında bilinçsiz kadın ve erkek aynı noktada buluşmaktadırlar. Şiddette bile ortak haz aldıklarını yaşamları sürelerince göstermektedirler.
Kadın erkek için bir maldır. Mal alınıp satılabilir. Ancak alınırken temiz olmalı, satılırken veya bırakılırken pis olmalıdır. Hazzın temelinde bu yatmaktadır. Al kullan ve öldür. Temiz bir kadın kızlık perdesi ile ilişkilidir. Çünkü hazın kaynağı orasıdır. İlk olmak ve yok etmek. Hayvansal bir güdü ile eylemde bulunanların bilinçsizliğinin boyutları çok ama çok geniştir.
Bilinçsizler güdüleriyle yaşar. Güdünün kaynağında haz vardır. Hazın özelliği yok etmekten geçmektedir. Yok etmek ve kirletmek hazzı yaşatan nedenlerdir. Haz ile yaşayanlar birbirlerini asla sevemezler. Sevgi haz ile yaşayanlar için boş bir şeydir. Çünkü haz nesneleştirilemez. Nesneleştirilemeyen her şey bilinçsizler için bir anlam taşımaz. Çünkü nesneleştirilen şey ancak yok edilebilir. Yok edilemeyen her şey bilinçsizler için bir boşluktur, tanımsızdır. Evliliği, şiddeti ve sevgiyi bu bağlamda görmemiz gerekir.