10 Nisan 2008 Perşembe

EVLİLİK SEVGİ VE BİLİNÇ

Namus Cinayeti: Bu Kez Tersi Oldu

Geçen günlerde bir olay yaşandı. Haber şöyle:
Prof. Dr. Olcay Aydıntuğ Tiryaki, hukuk öğrencisi kızı tarafından boğazı kesilerek öldürüldü.
Kızı, "Hakarete uğradım, öldürdüm" dedi.
Savcıya ifade veren Aydıntuğ, annesinin sürekli olarak kendisini aşağıladığını, “yine kimin koynundaydın” şeklinde hakaretlerde bulunduğunu, olay anında da bu tür hakaretleri tekrarlayınca kendini kaybettiğini söyledi.
Bu konu üzerinde çok düşünmek gerek…
Yıllardır doğu bölgemizde ve de gerici çevrelerde sık yinelenen bir olay, bu kez tersinden karşımızı çıktı.
Kızı annesini öldürdü. Niçin: Namus için mi?
Bir düşünelim:
Prof. Dr. Olcay Aydıntuğ’un kızı değil de, oğlu olmuş olsaydı, kızına söylediklerini oğluna da söyler miydi?
Bu sorunun yanıtını uzun uzun düşününce şöyle diyebiliriz: Hayır söyleyemezdi.
Neden?
İnsanlar evleniyorlar. Niçin: mutlu olmak için.
Nasıl bir mutluluk bu: bireyci mutluluk!
Daha sonra bir çocuk yapmak istiyorlar ve bireyci mutluluklarını daha da arttırmak istiyorlar.
Çocuk doğuyor.
Doğuyor ancak başına geleceklerini bilmiyor.
Anne-baba bir çocuk doğururken aynı sürede bu çocuğu öldüren kişi de oluyorlar. Her anne-baba kendi çocuğunun katilidir. Çünkü her doğum bir ölümle sonuçlanacaktır.
Anne-baba bireyci mutluluklarını, çocuklarını sahiplenerek ve kontrol altına almaya çalışarak kendilerini tanrılaştırıyorlar. Sanıyorlar ki o çocuk onlara aittir. Oysa çocuk, bir bireydir ve kimseye ait değildir. Çocuk olsa olsa toplumundur. Çünkü her eylemi, her yapıp etmesi toplumu etkilemekte ve böylece toplumun bir parçası haline gelmektedir.
“Yine kimin koynundaydın” demiş annesi. Kızını bağrına sevgiyle basmayan, onunla iletişimi sağlıklı olmayan, kızını kötü işlere alet eder gören bir annenin sözü olabilir ancak bu söz.
Aileler çocuk yetiştirmenin, yaşamanın, mutluluğun, sevginin, paylaşmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Bilmediği içindir ki, çocuklarını bir mal, başkasının koynuna düşmüş bir leke olarak görüyorlar.
Aile-çocuk ilişkisi nasıl olmalıdır?
Kendi kendimize en başta şunu sormamız gerekiyor: Niçin evleniyoruz, niçin çocuk yapıyoruz?
Evlenmek, topluluklarda belli bir yaştan sonra gereklilik olarak görülüyor ve geç kalındığı durumda bir dış/sosyal baskıya dönüşüyor. Bilinci gelişmemiş olan topluluklar çoğu süre baskıdan dolayı evlenmek zorunda kalıyorlar. Evlenmemek, kişide baskı oluşturmasa bile dışarıdan korkunç bir baskıya karşı karşıya kalmaktadır.
Günümüzde evlilik, böyle bir baskı ortamında gerçekleşmektedir. Dış/sosyal baskının olmadığı bir ortamda kuşkusuz evlilik sayısının azalacağı gibi, evliliklerin kısa süreceği de açıktır. Evlilik; anarşinin, kargaşanın zorunlu baskısı altında gerçekleşmektedir. Bunun altında yatan başka bir neden ise sermaye sahiplerinin bu baskıda aracılık yapmalarıdır. Her evlilik bir ev, bir araba, bir televizyon, bir buzdolabı, bir çamaşır makinesi vb. vb demektir. Evlenen çiftler sermaye sahipleri için bir pazardır. Evlilik, kişileri baskı ile sermaye sahiplerine harcatırken, kişiler ekonomik yetersizlikleri karşısında aç, yoksul bir yaşama çocuklarla birlikte adım atmaktadır. Ekonomik yetersizlikler içinde ve sosyal baskının olduğu bir ortamda gerçekleşen evlilikler, kişileri zorunlu olarak sömürüye açık hale getirmektedir. Evli çiftler, sosyal baskı nedeniyle sevgisizliğe, iletişimsizliğe ve şiddete bağlı olan evliliklerini sürdürmek için çalışmak zorunda kalmaktadırlar ve bu da kişileri zorunlu olarak sermaye sahiplerinin kölesi yapmaktadır. Evlilik sosyal baskı ile sermaye sahiplerinin sömürüsü arasında sıkışmıştır. Düşük ücretle en zor işlerde çalışmak zorunda kalmalar, zorunlu olarak sömürüyü de yaşatmaktadır. Oysa kişi, bilinç boyutuna ulaşsa dış/sosyal baskıyı tanımayacak ve zorunu olarak da sermaye sahipleri tarafından sömürülmeyecek ve bu sömürünün sürekliliğini de sağlamayacaktır. Oysa sosyal baskıdan dolayı evlenmek zorunda kalan eşler, birbirlerinden ayrılamayacağından ve bu evliliği sürdürmek zorunda kalacaklarından kendilerini sermaye sahiplerinin kucağına atmaktadırlar.
Evliliğin başka bir nedeni şehveti gidermektir. Birbirini sevmeyen, birbiriyle konuşmayan çiftler yalnızca şehvetlerini gidermek için evli kalmaktadırlar. Dış baskı ile de birbirlerinden ayrılamayan bu evlilik sonra çatışmaya, sonra şiddete ve daha sonra yok edilmelere neden olmaktadır. Görücü usulüyle veya evlenmek zorunda kaldıkları için evlenenler dış baskıdan kurtulduklarını sanırken, iç şiddetle karşı karşıya kalmaktadırlar. Çünkü evliliğin bağları sevgiye bağlı olmadığı ve bir süre sonra şehvetin büyüsü kaybolmaya başladığı an evlilik şiddete, şiddet ise ölümlere yol açmaktadır.
Evlenmek zorunda kalanlar bir süre sonra çocuk sahibi olmak isteyecek ve aralarındaki olmayan sevgiyi bir bakıma yaratmaya çalışacaklardır. Oysa bir süre sonra çocuk da eşlerin sevgi bağını oluşturamayacak ve çiftler yine –çocuğu da içine katarak– şiddeti sürdüreceklerdir. Dış baskı olmasa ve ekonomik çöküntü içine girmeyeceğini bilseler hemen ayrılacaklardır. Oysa arada çocuk var iken ayrılmanın da bir anlamı kalmayacaktır. Sevgisiz bir evlilik sevgisiz bir çocuğu çiftler arasında bir bağ yaparken, eşler ve çocuklar hiçbir süre bu olumsuzlukların nedenini de anlamayacaklardır. Çünkü bilinç sahibi olmayanlar her süre ne yaptığını ve niçin yaptığını anlamazlar.
Şiddet bir bakıma sevgiye bağlı olmayan bağları yatıştırma aracı olarak görülmektedir. Şiddet ile çiftler, birbirlerine yaklaşmaktadırlar. Acıda buluşan çiftler, dış baskıyı şiddetle kapatmak ve ekonomik çöküntüye böylelikle bir neden yaratmaktadırlar. Başka bir neden de yaratmışlardır: Kader.
Bilinçsiz bir topluluğun kaderi budur! Peki, bilinçli bir toplumda aile nasıl olmalıdır?
Herkes sevgiden söz etmektedir. Peki, bunca para, mülk peşinde koşanların insanlığını hatırlayıp birbirlerini sevmesi olanaklı mıdır?
Sokakta el ele tutuşanlara bir bakın. Gerçekten de birbirlerini seviyorlar mı? Şehvete bağlı bir birliktelik ne denli gerçekçi olabilir.
Bugün evli çiftlere bir anket uygulansa % 99’unun birbirini sevmedikleri görülecektir. Çünkü sevgi ile, bilinç ile bir arada değillerdir. Onları bir arada tutan şehvetleri, ekonomik yetersizlikleri ve dış/sosyal baskıdır.
Peki, bilinçli bireylerin evlilikleri neye bağlıdır: kuşkusuz sevgiye…
Sevgi nedir?
Sevgi, yaşam amacı bireyci çıkar olmayanların; evreni, doğayı anlamaya çalışanların yaşama haykırışıdır. Bilinçli insan ancak sevgi duyabilir. Bilinçli insanın amacı toplumun mutluluğudur. Toplumun mutluluğunda buluşanlar ancak birbirlerini sevebilir ve evlenebilirler.
Bilinçli birey, çıkarcılara katlanamaz; şehveti, çıkarları uğruna sevmediği biriyle birlikte yaşayamaz. Bilinçli birey, sosyal/dış baskıya aldırış etmez. Çıkarcılarla bir aradan olmaktansa ölmeyi yeğler.
Bilinçsiz bireyciler evlenseler ve birlikte olsalar bile her süre aralarında şiddeti yok edemeyecekleridir. Şiddetin kaynağı bilinçsizliktir, aşırı isteklerdir, hazlardır.
Birbirlerini sevmeyen çiftler; örneğin erkek, belli bir süre sonra bu evlilikten soğuyacak ve var olan şehvetini dışarıdaki güzel bayanlara çevirecektir. Aynı biçimde kadın da –ortamı uygunsa– bu davranışta bulunacaktır.
Bilinçsizlerin evliliklerini bir arada tutan üç olgu vardır:
1- Sosyal baskı
2- Ekonomik yetersizlik
3- Kader inancı

Bütün bunların kaynağı bilinçsizliktir. Bilinçsizliğin kaynağı insanın doğal evrim sürecidir.
Şiddetin başka bir boyutu daha vardır. Özellikle töre cinayetlerine neden olan bir olgu: Kızlık zarı!
İlhan Arsel, Şeriat ve kadın adlı yapıtında bu konu ile ilgili şunları yazıyor:
“Eskiden olduğu gibi bugün dahi bekâret sorunu, kişileri, aileleri ve toplumu huzursuz kılan ekonomik ve sosyal bakımdan fevkalade olumsuz sonuçlar doğuran bir şeydir. Müslüman inancı odur ki, “kızlık perdesi”, kadının safiyetinin, temizliğinin ve namusluğunun işaretidir ve tanrı bunu bu amaçla önemli görmüştür.
Bundan dolayıdır ki, Müslüman ülkelerde bu sorun, “şeref” ve “hasiyet” kavramlarıyla iç içedir; ailelerin şeref ve haysiyeti kızlarının bekâreti ile kaimdir.
Ailenin her bir ferdi, başta baba ve erkek kardeşler olmak üzere, birer “bekâret jandarması” gibi iş görürler ve eğer bekâret kaybı yüzünden ailenin namusu lekelenmiş ise, bu lekeyi temizlemekle görevlidirler. Bu görev çoğu kez hem kızlarını iğfal edenin ve hem de bikri izale edilmiş olan kızcağızın (hiçbir suçu bulunmasa dahi) öldürülmesiyle yerine getirilmiş olur. Kanunlar, bu tür cinayeti işleyen kişileri genellikle korur niteliktedir. Ailenin namusunu bu şekilde temize çıkarmayan bir erkek, toplum gözünde (şerefsiz) bir insandır.
Öte yandan, bekâret denen şey aynı zamanda kızın birer mal, bir meta olarak değerini tayin eden ve bir bakıma ona “sermaye” ağırlığını sağlayan bir anlam taşır. Bekâretini yitirmiş bir kız, evlenme şansından yoksun ve evde kalmış demektir. Ona hiçbir erkek talip çıkmayacağı için, kendisi bakımından olduğu kadar ailesi bakımından da büyük kayıplar söz konusudur. Çünkü zengin ya da mevki sahibi bir damat bulmak kızın bakire olup olmamasına bağlıdır. İslam ülkelerinin en gelişmişi sayılan Türkiye’de bile, evlenecek kızın hiç erkek eli değmemiş cinsten olması aranır. Bu öylesine önemlidir ki, toplumun üst tabakasını oluşturan aileler, şu ya da bu şekilde bekâretini kaybetmiş olan kızlarının “kızlık zarını” tamir etmek için doktorlara başvururlar, büyük paralar harcarlar. Çünkü aksi takdirde, kızlarını evlendirdikleri adam, kızın bakire olmadığı an boşama yoluna gidecektir.
Evlilik merasiminin tamamlanması bakımından bekâretin varlığını etrafa açıklamak öylesine önemlidir ki, zifaftan sonra erkek tarafı, gelini muayene ederek durumu tespit eder ve sonucunu herkesin bileceği ve göreceği şekilde etrafa yayar. Kızlık perdesinin bozulduğunu kanıtlayan kanlı çamaşırları sergiler. Bazı yerlerde yeni evlilerin yakın akrabalarının, zifaf gecesi nöbet tuttukları ve ertesi sabaha kadar bekledikleri görülür.
Sadece köylerde değil kentlerde bile bu usulün uygulandığına tanık olmak mümkündür. Eğer gelinin iç çamaşırları (ya da yatak çarşafı) bu şekilde sergilenmeyecek olursa, bu tekdirde gelin derhal babasının evine iade edilir; çünkü bakire çıkmadığı anlaşılmıştır. Bundan dolayıdır ki, her ailenin en büyük endişesi ve görevi, kızlarının bekâretinin korunması alanındadır. Bu görev dinsel bir nitelik taşır. Çünkü şeriat zihniyeti , “mal” olarak değerlendirilen kadının, el değmemiş şekilde ve yeni olarak sahibine teslim edilmesini uygun bulmuştur. Bu yüzdendir ki kız çocukları, daha pek küçük yaşlardan itibaren titiz bir kontrole tabi tutulur; oğlan çocuklarına nazaran hareket serbestîleri çok daha sıkı bir şeklide kısıtlanır. Örneğin oyun oynarken yüksek yerden atlamaları, ağaca tırmanmaları, sert bir şey üzerinde oturmaları, oğlan arkadaşla baş başa kalmaları, evden uzaklaşmaları kesin olarak yasaklanır.
Fakat iş bununla da bitmez; kız çocuk biraz büyümeye başlayınca, tepeden tırnağa dek tanınmayacak şekilde örtünmeye, çarşafa sarılmaya zorlanır. Çoğu kez okula yollanmaz; yollansa bile birkaç yıllık eğitimden sonra okuldan alınıp eve tıkılır. Küçük yaşlarda kocaya verilmesinin bir nedeni de budur. Okula giden kızların bekâret kaybına uğrayacakları korkusu o kertededir ki, eğitim görmemiş bir kız, görmüş olandan daha makul ve sayılır ve daha kolaylıkla koca bulur. Çünkü bekâret kavramı Müslüman kafa için sadece fiziki bakımdan, yani sadece kızlık perdesinin yırtılmamış olması açısından değil fakat manevi bakımdan da önem taşır. Yani kızın “psikolojik” yönden de bakire olması (daha doğrusu gözünün açılmamış olması) gerekir. Özellikle seks konusunda hiçbir şeyden haberi bulunmaması, hiçbir şey okumamış ve duymamış olması koşuldur. Müslüman erkek, evleneceği kızın ilk kez sadece kendisiyle yatmış ve seksüel zevki kendisiyle tanımış olmasını dilemekle kalmaz, fakat onun fikren de “temiz ve saf” olarak koynuna girmesini ister. Oysaki okul ve eğitim, kızları bu “temizlikten ve saflıktan” uzak kılar.”
Görüldüğü gibi 21. yüzyılda bile devam eden bu uygulamalar insanlığın daha çok yol sürmesi gerektiğini göstermektedir bize. Bilinçsizliğin ürünü olan bu eylemlerin kaynağına indiğimizde karşımıza daha da korkutucu olgular çıkmaktadır.
Bilinçsizliğin ürünü olan her eylemin altında hazlar yatmaktadır. Haz kişiyi yaşam içerisinde nesneleştirir. Haz ile yaşayanlar hasta olduklarını bilmedikleri gibi kurdukları düşler ile kendilerini kandırmakta ve yaşamlarını nesneler üzerine kurmaktadırlar. Kadının da erkek için bir nesnedir. Aynı biçimde erkek de kadın için bir nesne. Neyin nesneni, haz almanın…
Erkek egemen topluluklarda kadın her süre ezilmeye tutsaktır. Bu yüzden erkeğin kadın üzerine olan etkisi büyüktür. Ancak bu, işin görünen yüzüdür. Aslında bilinçsiz kadın ve erkek aynı noktada buluşmaktadırlar. Şiddette bile ortak haz aldıklarını yaşamları sürelerince göstermektedirler.
Kadın erkek için bir maldır. Mal alınıp satılabilir. Ancak alınırken temiz olmalı, satılırken veya bırakılırken pis olmalıdır. Hazzın temelinde bu yatmaktadır. Al kullan ve öldür. Temiz bir kadın kızlık perdesi ile ilişkilidir. Çünkü hazın kaynağı orasıdır. İlk olmak ve yok etmek. Hayvansal bir güdü ile eylemde bulunanların bilinçsizliğinin boyutları çok ama çok geniştir.
Bilinçsizler güdüleriyle yaşar. Güdünün kaynağında haz vardır. Hazın özelliği yok etmekten geçmektedir. Yok etmek ve kirletmek hazzı yaşatan nedenlerdir. Haz ile yaşayanlar birbirlerini asla sevemezler. Sevgi haz ile yaşayanlar için boş bir şeydir. Çünkü haz nesneleştirilemez. Nesneleştirilemeyen her şey bilinçsizler için bir anlam taşımaz. Çünkü nesneleştirilen şey ancak yok edilebilir. Yok edilemeyen her şey bilinçsizler için bir boşluktur, tanımsızdır. Evliliği, şiddeti ve sevgiyi bu bağlamda görmemiz gerekir.


1 yorum:

Adsız dedi ki...

evt sn hocam yazınızı begendım tek dıyecegım bekara karı boşamak kolay ole ahkam kesmek kolay sızı tanımıyorum ama evlı olmadıgınız cocgunuz olmadgı kesınnn